Sen Aslında Sevmeye Hasretsin

İİçinde yaşadığımız karmaşık hayattan sıyrılıp, kısa bir an rahatlamak, başımızı dinlemek isteriz. Her insanın zaman zaman hissettiği bir duygudur bu. Kazandığımız paralar, edindiğimiz varlıklar, sürekli ilişki halinde bulunduğumuz insanlar, sahip olduğumuz makamlar, zaman gelir gözümüzde hiç olur. Bu varlığını hissettiğimiz, havasını soluduğumuz yaşama tarzından bir başka ifadeyle içinde öğütüldüğümüz çarklardan kurtulmayı düşleriz. Her insan böyle şeyler düşünmesine rağmen, bunun nasıl olacağını bilemez. Gezmeye gitse, eline olta alıp su kenarına koşsa, güncel değerlerin baskısından kurtulabilme maksadıyla kendisini spora verse, kimsenin uğraşmadığı şeylerle uğraşsa, yine de bu içini sarıp sarmalayan sıkıntıdan kurtulamaz.

Bu sıkıntıdan kurtulmak amacıyla bazı kişiler kendisini eğlenceye, içmeye ve buna benzer başka yollara kaptırır. Fakat bunlar da insanı ferahlandıramaz, üstelik bu çeşit yolların derde devâ olmadığı bilinen gerçeklerden.

Zira nereye gidersek gidelim, nasıl eğlenirsek eğlenelim, tamamiyle dünyadan kendimizi sıyırıp ayıramayız. Yaptığımız bir değişikliktir hayatımızda ama dünya ile ilişkimizi kesmemize yetmiyor. Dünya ile ilişkisini kesmek duygusudur şuuraltı özlemini çektiğimiz. Zaman zaman yüreğimizi yoklayan sıkıntıların kaynağı bu duygudur. Kısa bir an şu dünyanın bütün etkilerinden kurtulabilmenin çarelerini aramaktayız.

Çünkü bu dünya akla gelebilecek her türlü etkiyle insanları hem madden, daha çok da mânen ve ruhen sıkmakta. Rahat bir soluk alabilmek, bir huzur adacığında yalnız başımıza yaşayabilmek, gerçek bir mutluluğu tüm benliğimizle hissedebilmek, ilk defa birtakım görünmez prangalardan kurtulmuş olabilmek hasretidir şu dünyada yaşadığımız. Fakat bu dünya bize rahat bir soluk aldırmıyor, huzur adacığına giden yolları kesmiş, mutluluğu değil sürekli bir endişeyi, korkuyu, ortak bir bunalımı bize layık görmüş.

Gün geliyor binalardan nefret ediyoruz, gün geliyor otobüslere, taksilere kin duyuyoruz. Gerçekte onlardan varlıklarının nedeniyle nefret ettiğimizden değil bu, fakat onlara düşman olmak içimizde var olan ve önüne geçemediğimiz bir duygu. Onlardan bize yansıyan etkilerin olumsuz oluşuna karşı, yüreğimizin sezinlediği, hissettiği bir his. O binalardan, arabalardan bize yararlı olmayan, insanlığımızı dejenere eden, ruhumuzu sıkan görünmez bir ışın yayılıyor, bilinmez bir tehlikeyi yaşadığımızı bildiriyor sanki. Bunun nedenini ifade edemiyoruz, ağzımızdan söz olarak çıkmıyor, ama yaradılışımızdan gelme bir hisle bunu anlıyoruz, şuuraltı bir duygu ile benliğimiz buna karşı nefret etmekle bir tepki gösteriyor. Aynı şey çevremize karşı da oluyor, insanlara karşı da oluyor. Zaman geliyor kalabalıklardan nefret ediyoruz, zaman geliyor en yakın dostumuza, daima beraber olduğumuz arkadaşımıza, hatta hayatımızı paylaştığımız insanlara karşı bir soğukluk duyuyoruz. Hele bazı zamanlarda bütün egoistliğimize, kendimizi beğenmemize karşın kendimizden tiksindiğimiz anlar da oluyor.

Bütün bu sıkıntıların, bunalımların arasında kıvranmamız, ayrı istikâmetlere gitse de birtakım yollara koşmamız ve kendimize mütemadiyen değişiklikler aramamızın adı; kaçıştır. Kimisi kendisine kaçıyor, kimisi unutma dünyasına kaçıyor, kimisi uyutma hülyasına kaçıyor. Kimisi vurdumduymazlığa, kimisi boşvermişliğe, kimisi adamsendeciliğe, kimisi de herşeye göz yumarcılığa kaçıyor. Yaşamakta olduğumuz, dün yaşanılan, yarın da yaşanılacak olan bu kaçış duygusudur. İnsanlık olarak topyekün bir kaçışı yaşıyoruz.

Ama bu kaçışlar da bizi teselli etmiyor. Hiç bir zaman tatmin olmuyoruz yaptıklarımızdan. Belki bir işadamı olarak milyarları kazanıp, döner koltuğumuzda puromuzu yakıyoruz. Belki Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık gibi imtiyazlı mevkiilere gelip, önümüze sunulan mikrofonda, meydanları dolduran kalabalıklara istediğimizi söyleyebiliyoruz. Belki kimi popüler meslekler vasıtasıyla geniş yığınları kendimize hayran bırakabiliyoruz. Belki çok satan gazetelerde yazdığımız yazılarla kitleleri harekete geçirebiliyoruz. Belki bir genç olarak, diskotek, gazino gibi izbe ve loş yerlerde vaktimizi öldürüyoruz.

Belki çok güzel bir kız olarak bütün erkeklerin başını döndürebiliyoruz veya çok yakışıklı bir erkek olarak, şık giysilerimizle bütün kızları peşimizden sürükleyebiliyoruz. Belki kültürümüzle, sanatımızla yetkin bir yere sahibiz toplumda. Belki çok ünlü bir futbolcuyuz, sahada en artistik hareketlerle rakip futbolcuları çalımlayıp ardı ardına goller atarak tribünlerdeki ve televizyon başındaki seyircileri çıldırtabiliyoruz veya seyircilerden biri olarak kendimizden geçip, bağırıp çağırarak bir şeylerden kurtulduğumuz hissiyle boşalıyoruz. Buna benzer bir sürü şeyler yapabiliyoruz ama tatmin olamıyoruz. Oyalanıyoruz belki ama tatmin olamıyoruz. Geceleyin başımızı yastığımıza koyduğumuzda yüreğimizde yine bir huzursuzluk kıpırdıyor. Tatmin olmak, insanın başını yastığa koyup, bir başına ve kendi kendine kaldığında rahat olması, huzur duyması, hiç bir endişesi ve kaygısı olmaması demektir.

Adını koyamadığımız bir duygu sağanağına tutulmuşuz. Bu sağanaktan kurtulabilmek neredeyse bize imkânsız görünüyor, buna rağmen aramaktan vazgeçmiyoruz. Ama bütün bu hissettiklerimiz ruhumuzu harap ediyor. Plaust'un ifadesiyle; yüreğimiz var, var ama yüreğimizi dayayacak bir yer yok. Yüreğimiz nereye dayanacak, neye dayanacak bunu bilmiyoruz herşeyden önce. Neden kaçtığımızı da tam olarak kestiremiyor, sebebini anlayamıyoruz. Hislerimizin sezgilerine uyarak yönlendirdiği yere gitmekle geçiyor ömrümüz. Ruhumuzu dingin kılmak, ruhen rahat olmak bütün kaygımız. Ruhumuz bir şeyler arıyor, biz de ruhumuzun arkasından arayışlara sürükleniyoruz. Ama bu arayışlar, bu kaçışlar karşılığını bulamıyor ki, maddî etkenler karşısında insanlar ruhî depresyon geçiriyor. En sağlıklı insanın bile yakalandığı bir hastalık bu, zaman zaman bunu kendimizde hissedip, itiraf edebiliyoruz. Asırlardır bu hastalık insanlara bulaşıyor ve insanlık bu hastalığı gelecek nesillere miras bırakıyor sanki.

O görkemli teknolojiyle atbaşı giden, bütün icatlara rağmen yaygınlaşmasının önüne geçilemeyen ve bir türlü çare bulunamayan bir hastalık bu. Bu hastalık insanı kendisinden uzaklaştırıyor, insanı diğer insanlardan, toplumdan uzaklaştırıyor. Birbirimize ters bakmalar, geçinememekler, huzursuzluklar, hırçınlıklar, yalnızlıklar ve umutsuzluklar bu hastalıktan kaynaklanıyor. Bu hastalıkları sezebiliyoruz, yaşıyoruz ama kelimelerle ifade edemiyoruz. İki insan arasında konuşulamıyor bu mesele ve insanlar bu yüzden birbirleriyle iletişim kuramıyorlar. Ne var ki, bu ruhî hastalık hareketlerimize yansıyor, kişiliğimizi etkiliyor ve üzerimizde bütün olumsuz yanlarıyla dozajını artırıyor. Bu hastalığın tesiriyle dünyaya daha çok bağlanıyoruz ve sahip olduğumuz her eşyada tatmin duygusunu arıyoruz. Bu eşyalara, bu varlıklara ve paraya sahip olmamız ihtiyaçtan çok, tatmin duygusundan kaynaklanıyor. Ve hep endişe yüklüyüz, gözlerimizde ümitsizlik ve kaygı var, hareketlerimizde telaş gözle görünüyor, sesimiz titriyor konuşurken, elimiz ayağımız takatsiz kalıyor.

Bu vapuru kaçırırsam beni belki de cinnet basar,
Belki kanser olurum bu yıl sınıfta kalırsam,
Nöbette uyursam eğer kitaplarımı yakarlar,
Etimde şirpence çıkar bu kızı alamazsam,
Bu işi bitiremezsem şehirden beni kovarlar,
İzin kâğıdım yanar konuşacak olursam.

Bu şiirine böyle başlarken belki de hepimizin yaşadığı bir hastalığı işaret etmek istiyordu şair. Şiirler şairlerin özgün duygularıdır ama o şiiri yaşıyoruz insanlık olarak. Endişe ve kaygı dolu bu dünyada yaşayan insanların iç dünyası bu şiir. Bu telaşı ve endişeyi bütün gözlerde görebilmek mümkün, huzursuzluk özellikle kalabalık yerlerde, trenlerde, arabalarda, istasyonlarda, sinemalarda, pazar yerlerinde, otogarlarda somut olarak karşımıza dikiliyor. Savrulan sigara dumanları, kadehlerdeki içkiler mutsuzluğun göstergesi. Kırılan ümitleri içkiler dindirmiyor, boşalan kadehleri hep gözyaşları dolduruyor. Bütün bunlar bir keyfin değil, bir unutma hevesinin ifadesi. Belediye otobüsüne bindiğimiz zaman huzursuzluk arabasına binmiş gibi oluyoruz. İnsanlar birbirlerine karşı soğuk olduğu halde, yine birbirlerinden ilgi dileniyor. Kendisi bütün benmerkezciliğiyle başkasına yakınlaşmayı beceremiyor ama başkalarından yakınlık bekliyor. Traji-komik vak'alar içiçe hayatımızda, tragedya'yı yaşıyoruz.

Bu tür hisleri yaşamakta ve sezmekteyiz. İfade edemezsek de, konuşamazsak da bu hayatı yaşamakta olduğumuzun bilincindeyiz. Bunun bilincinde olduğumuz için meçhul bir kaçıştayız insanlık olarak. Gün gelip, parayı, malı, arabayı gözümüzün görmemesi bu yüzden. Gün gelip her türlü mevkiiyi, makamı, şan ve şöhreti terketmek isteyişimiz bu yüzden. Binalardan, arabalardan ve şehirden bunun için nefret ediyoruz zaman zaman. Bu nefret bizim kaçışımız, arayışımızdır. İnsanlardan da bu yüzden kaçıyoruz, bizi yaşadıkları için. Bu ruhî hastalık uzlaşmazlık, anlaşmazlık ve sevgisizlik üretiyor bünyemizde. Karşımızdakinde bir bakıma kendimizi gördüğümüz, o aynalarda çirkinliklerimizi farkettiğimiz için kaçıyoruz.

Aradığımız mekan bu dünyaya benzemeyecek bir yer, aradığımız zaman bu hastalığın olmadığı bir zaman, aradığımız insan bize ve bize benzeyen başka insanlardan farklı, bize benzemeyen değişik bir insan. Aradığımız duygular, psikolojiler, ruhumuza yatkın hisler. Aradığımız yer, yüreğimizi dayayacak bir yer.

Farkında olalım/olmayalım, kabul edelim/etmeyelim, yaşadığımız tek gerçek fert olarak herkesin bir arayış içinde oluşudur. Peki aramak nedir?.. Kaybedilen bir şeyi yeniden bulabilme uğraşıdır. Bulacağımızı umduğumuz, var olduğunu bildiğimiz, hissettiğimiz bir şey var ki arıyoruz. Neyi kaybettik biz?

Demek ki bu maddiyat dolu dünyaya benzemeyen daha güzel bir dünya vardı. Demek ki insanların birbirini sevdiği, yakınlaştığı, mutlu bir hayatı paylaştığı bir dünya vardı. Demek ki ruhumuza yatkın duygular, dengeli psikolojiler vardı. Bizi arayışımıza sürükleyen ruhumuz, demek ki, ruhumuz buna ihtiyaç hissediyor ve kendisini yöneten bir etkiden eksik.

Ve demek ki, yüreğimizi dayayacak bir yer var.

Uzun yıllar geçmesine rağmen hiç mezarlığa gitmemiştim. Bir öğretmenim ölmüştü, başka bir yerde olduğum için cenazesine katılamamıştım. Daha sonra öğretmenimizin kardeşiyle birlikte mezarlığa gittik. Yolda düşünüyordum. Öğretmenimiz bir zamanlar bize Hz. Muhammed (SAV)'le, Atatürk'ü çok sevdiğini söyler, hatta o minicik beyinlerimize Atatürk'ün günümüzde bir peygamber olduğunu ima etmek isterdi. Genç yaşta kalp hastalığına yakalanmıştı öğretmenimiz.

Bir ara ziyaretine gittiğimde, o akşam televizyonda bir kandil münasebetiyle mevlüt okunuyordu. Öğretmenimiz hasta yatağında doğrulmuş, mevlüdü okuyan hocaların dualarına amin diyordu. Mezarlığa giderken bu manzara gözümün önündeydi. Tabii daha birçok hatıralar beni hüzünlendiriyordu. Mezarlığın kapısından girince; bu dünyayı arkamda bırakmış, bu dünyaya benzemeyen başka bir dünyaya girivermiştim sanki.

Herşey ne kadar güzel ve sakindi!.. Esen rüzgar gönlüme mutluluk dolduruyordu, yaprakların hışırdaması sevinçten başımı döndürüyordu. İnsanın ruhunu dinlendiren bir sessizlik hakimdi mezarlıkta. Kabirdeki ölüler, şu dünyada beraber yaşadığımız insanların arasından buraya gelmişlerdi ve artık onlara hiç benzemiyorlardı. Teslim olunacak yere teslim olmuşlar ve dünyaya ait ne varsa arkalarında bırakmışlardı. Yüreğim kıpır kıpır ediyordu etrafıma baktıkca, ruhum engin bir huzurla dolmuştu, kendisine yatkın bir havayı bulmuştu. Dışarıda bizi daima ürküten bu yer, şimdi insanı bir duygu sağanağına tutuyor ve muhasebe yapmasına fırsat veriyordu. Yemyeşildi her taraf, kelebekler çiçeklerin üzerinde uçuyor, yaprakların arasından kuşlar ötüyordu. Ağaçların arasından giden uzun taşlı yolun sonundaki büyük havuzun yanına vardık.

Tenekelerle havuzdan su doldurup mezarlığa döktük. Avuçlarımızı açıp dua ettik. Yüreğim Allah diyordu, yüreğim dayanacak yeri bulmuştu. Papatyalarda, menekşelerde, zambaklarda ve karanfillerdeydi gözüm. Arılar vızıldıyordu üzerinde. Farkedilemeyen, unutulan güzellikleri burada görüyordum ilk kez. Karşımızdaki tepeler, mavi gökyüzü, bulutlar bambaşka anlamlar sunuyorlar, sanki bazı mesajlar gönderiyorlardı. Nefret ve kin duygusu silinmişti yeryüzünden. İnsanca ve dünyalık duyguların yerine, İlâhî duygular sarmıştı her yanı. Bu an sevdiğini ve dua ettikçe sevildiğini hissediyordu insan. Sevmesini bilemediğimizden sevilmiyorduk, sevilmediğimiz için sevemiyorduk insanlık olarak. Kaybettiğimizin ne olduğunu insan burada anlayabiliyordu artık. Bu güzelliği ve bizi yaratan gücü arıyorduk. O'nun tarafından sevilmek için, O'nu sevmek lazımdı. Huzuru bulabilmek için O'nun istediği gibi yaşamalıydık.

Bu duygular içinde gönlüm bütün insanlığa haykırdı: Dünyanın süfli emellerine ve maddiyat ağına kapılan bahtsız insanlar!.. İçinde yaşadığınız ve birbirinizi ezip hırpaladığınız, kavgasını verdiğiniz şu dünyaya, gelin bir de şu mezarlıktan bakın!.. Aradığınız herşeyin burada olduğunu hissedecek ve ne aradığınızı burada öğreneceksiniz. Zaman zaman mezarlığa gelmemiz lazım, kendimizi bilmemiz ve kendimize gelmemiz için. O sezdiğimiz bunalımların, ruh yoksunluğunun son bulması için. O'nu hatırlamak, O'nu sevmek ve O'nun istediği gibi bir hayat bizim aradığımız.

Ey meçhul yollarda bir şeyler arayan divane mecnun,
Sen aslında sevmeye hasretsin!...


Konular